Beyaz bir Lotus sahte cennette çiçek açar!
Yeni bölümleri merakla beklenen White Lotus, HBO’nun dikkat çeken yapımları arasında yer alıyor. Mike White’ın yazıp yönettiği, TOD üzerinden izleyebileceğiniz dizi, güçlü Amerikalıların egzotik tatillerine odaklanırken, birinci dönem Hawaii, ikinci dönem Sicilya’da geçen hikaye, polisiyeyi politik alaycılığıyla iç içe geçiriyor. .
*
Beyaz Nilüfer her iki dönemde de benzer bir çizgide, mutlaka bir çatışma üzerinden ilerliyor. Çarpıcı sonuçlarla açılan ve merak uyandıran hikayeler ‘bir hafta öncesine’ dönerken, olaylar gizemli ve keyifli bir olay örgüsüyle aktarılıyor. Turistik yerleşim yerlerine hatasız yola çıkan teknelerde açılan her iki dönem de tatillere ve farklı aile ve çiftlerin kurduğu ilişkilere odaklanıyor. İlk periyotta Hawaii’de olayların geçtiği adaya gitmek üzere tekne yola çıkmadan önce havaalanındaki sahnede uçağa bindirilen bir cenaze görüyoruz. Devamında ise merhumun kim olacağını/olacağını merak ettiğimiz o haftanın maceralarını takip ediyoruz. İkinci sezonda Sicilya’nın şirin bir beldesinde tatilinin son günü için denize giren genç kadın, denizde gördüğü ceset karşısında irkilir ve dehşet içinde kıyıya yüzer. Beyaz Nilüfer’de olayları başlatan karakterler aynı zamanda hikayenin değerli kahramanlarıdır. Dizinin değerlendirmesine ilk dönemin hikayesini anlatarak başlayalım.
‘İNSAN KALINTILARI’: DENİZDE, HAVADA VE KARADA
Hawaii sıcağı, güneş zirvede… Yolcuları bir teknede karşılıyoruz. İçlerinden birinin öleceğini düşünüyoruz çünkü dizi, yolcu salonunda sonlu bir gencin hırçın halleriyle açılıyor. Genç adam pencereden dışarı bakıyor ve üzerinde ‘insan kalıntıları’ yazan tabutu itiyor. İki genç kadın yolcuları inceliyor, kim olabilecekleri, nasıl bir mizaçları olduğu hakkında tahminlerde bulunuyor ve ailelerinin iletişim kurma biçimleriyle ilgili önyargılarını paylaşıyor. Tatilciler adaya ve otellerine doğru yola çıkarken otel çalışanları onları bekliyor. Müdür (Armond-Murray Bartlett), kurumsal ama gürültülü bir kıyafet içinde, yüzünde boş bir nezaketle, işinin ilk gününde bir bayanın yanında duruyor. Hanımın yakasında bir leke… Bu leke müdürün gözünden kaçmaz. Müdür hanımı uyarır. Leke çıkmadığında servis tepsisi göğüs hizasına kadar yükselir. Bu rahatsız edici durum, müşterilerin -tüccar ikiyüzlülüğünden bahsetmişken, misafirlerin- odalarına yerleşmesi ile sona erer. Üç çocuklu bir aile (ergenlik çağındaki bir erkek, bilgili bir kız ve onun arkadaşı), annesinin külleriyle ortaya çıkan bir çatlak ve balayına çıkan bir çift dönemin kahramanlarıdır. Bu süre zarfında (bir hafta), bu kahramanların zaman zaman kesiştiği, çoğunlukla farklı ruh hallerinden çalınan, dolayısıyla varlıklı bir görünüm sergileyen olaylara tanık oluyoruz. Artan gerilim talihsiz bir olayla son bulur.
BİRİNCİ DÖNEMİN ÖZETİ: ‘RENKLİ GERÇEKLİK’ VE SİSTEM ELEŞTİRİSİ
Mike White’ın beyaz çiçeği, tıpkı soyadı gibi, başında kavak polenleriyle ilk sezonunda serinin dünyasına sıkı bir giriş yapıyor! Müziğinden politik alt metnine, güçlü çekimlerinden ‘renkli gerçekçiliğine’ kadar tanıdık ama etkileyici anlatımıyla dikkat çeken yapım, ‘zengin bir düşmanlığa’ da dikkat çekiyor. Bu iddialı ifadeyi açmaya çalışayım. Beyaz Nilüfer’in ilk dönemi kapitalizmi eleştirir ama özünü çok ilkel güçlü bir anomalide bulan bir çerçeve içinde ilerler. Aslında bu durum bir sürpriz olarak da değerlendirilebilir. Parasite gibi stilize güçlü bir terslik içeren filmler, Maid gibi yoksulluğu gerçeğe sadık kalarak anlatan ‘gösterici’ diziler ve bağımsız Amerikan sinemasından sistem eleştirisi içeren ‘betimleyici’ diziler ve bu yönüyle kaba kurgular izliyoruz ama bunlar fazla betimleyici ya da sembolik, dolayısıyla anti-kapitalist bir düzleme yerleştirildiler. ne de yürekten burjuvaya işaret ediyorlar. Bağlantıları bağlamında çalışsalar bile zenginleri karikatürize etmekten geri kalmıyorlar. Bilinçli ve bilinçsiz karikatür/tuzak, sınıf kimliğinin ve tabii ki sınıf savaşının kolay yargılarla örtbas edilmesine/ertelenmesine neden olur. Beyaz Nilüfer ise daha ilk döneminde aktivizm tartışmasının zeminine saf, sezgisel güçlü bir düşmanlık yerleştirmeyi başardı. Yeni dünyanın hassasiyetleri ile üçüncü dünyanın kadim zahmetlerini bir araya getirerek kışkırtıcı bir çizgi benimsemiştir. Şimdi ilk bölümde hali vakti yerinde bir kadının çalışmak zorunda olduğu için durumunu söylememesi bu düşmanlığın ilk tohumlarıdır. Üstelik dizide bu kısım abartıya kaçmadan aktarılarak hamile kadının hikayesi ile geride bırakılıyor.
Beyaz Nilüfer, güçlü anomalisini dört çatışmanın geri kalanında yaşıyor. Balayı genç züppe (Shane) iki çatışmanın merkezinde yer alır. Shane (Jake Lacy), bastırılmış vicdanını temsil eden otelin müdürüyle başı belaya girerken, onunla evlenerek sınıf atlayan karısına hükmediyor. Aynı anda iki cephede savaşan Shane’in günün sonunda yorulması adettendir. Daha derin çatışma, geniş aile için ayrılmıştır. Mark-Nicole çifti ekonomik anlamda kadınların daha baskın olduğu bir çift. Çocukları da bu ilginin izdüşümünü sunuyor. Kız (Olivia-Sydney Sweeney) ablası olduğu için daha baskın, oğlan (Quinn-Fred Hechinger) ise daha bağımsız. Bu ailedeki ana çatışma, Olivia ve arkadaşı Paula (Brittany O’Grady) arasındadır. İlk başta, sınıf kökenleri, yeterince iyi anlaşan arkadaşların arasına giriyor. Ergen kıskançlığıyla karışan eski gerilimler derinleşiyor ve daha canice hale geliyor. Burada dikkat çeken nokta, Paula’nın yoksulluğu etnik kimliğiyle ilişkilendirmesi ve sömürü tanımını emperyalizmle uzlaştırmasıdır. Mossbacher ailesi yeni hassasiyetler üzerine gevezelik edip sıkıcı ve yorucu bir performans sergilerken Paula kin besler. Mark (Steve Zahn) her zaman bir yüzleşme ve kaygı sarmalı içinde yaşarken, Nicole (Connie Britton) gelenekçi tavrı ve (beyaz) rasyonel refleksleriyle bir bakıma aileyi ve özel mülkiyeti savunur. Bu lüksü tabi ki sınıfının sunduğu konfora borçlu. Mark’ta gördüğümüz atalet, kanser olduğunu düşünmenin içsel kasveti, babasının eşcinselliğiyle hesaplaşarak karısını fiziksel tehlikeden koruduğunda ortadan kalkar. En azından çiftin aylar sonra sevişmesini bu özgürleşmeye bağlayabiliriz. Mark’ın bu yönüyle ‘aptal zengin’i canlandırıyor. Aslında bir cin gibi! Her şeyin farkındadır ama uyanmak hem zahmetlidir hem de işe yaramaz. Son çatışma, zengin ve fakir arasındaki gerilimin teorik bir yansımasıdır. Çatlamış varlıklı Tanya (Jennifer Coolidge), tatilinin ilk gününde kendisine masaj yaparak inancını ve takdirini kazanan Belinda’ya (Natasha Rothwell) tutmayacağı sözler verir. O eğlenceli, ortak terimlerle, o. Mesele şu ki, bunun farkında ve kötü alışkanlığını değiştirmek için hiçbir çaba göstermiyor. Bu sonuç, iki sınıfın ilişkisinde hiçbir zaman vicdan gibi bir dürtünün devreye girmeyeceğini ve tarafların birbirine nezaketle yaklaşmayacağını belirtmektedir. Bu oyunun kuralıdır.
Nedense bu ilişki ve neredeyse tüm fakir-zengin ilişkileri bana Jean Renoir’ın 1939 yapımı La Regle du Jeu’yu (Oyunun Kuralı) hatırlatıyor. Adından hikayesine kadar tamburun eşitleri dövdüğü, kapitalistlerin dans pistlerinde gezindiği bir ‘oyun’ kuralını taşıyan bu film, teorik ve ibretlik havasıyla güncelliğini her zaman koruyor.
André, Renoir’ın sinemasının baş kahramanıdır. André, Atlantik’i yakıt ikmali yapmadan geçen yalnız bir pilottur; Başarılı, popüler ama kalbini bir markinin karısına kaptırmış. Bir arkadaşını markinin evinde bir hafta sonu partisine davet eder. Niyeti sevgilisine yakın olmak, hoşça vakit geçirmektir. Yani gökyüzündeki adrenalin yetmemiş, biraz çiftlik havası almak istemiş. Ancak burada katı kurallar devreye giriyor ve sonuç, havada el becerisi sergileyen pilotun piste zorunlu iniş yapması. Normalde bu iniş pek düzgün olmaz!
Beyaz Nilüfer, bu sinemadaki ‘harcanmış’ hissini ilk dönemde en çok Armond üzerinden hissettirir. Renoir’ın filminde André aristokrasiye karşı çıkarken, White’ın Armond filminde burjuvaziyle tartışır.
ANDRE’DEN ARMOND’A ‘LA REGLE DU JEU’
Serinin ilk dönemi için bir çekirdek seçilseydi, işletme müdürü olan Armond’u tereddütsüz seçerdim. Armond, dizideki karakterlerin ortasında köprü kuran birleştirici ve yönetici unsurdur. Müşterileri tartar ve nabzına göre şerbet verir. Onları kandırıyor, sınırlarını koruyor, jestlerini sadece kendi çıkarları için kullanıyor. Ancak tüm bu profesyonel yaklaşıma rağmen, olabildiğince vicdanlıdır. Mesela ilk bölümde doğum yapan kadına acıyor. Bunun hakkında düşünüyor. Muhtemelen kadının çalışmak zorunda olmasıyla ilgilenmiyor, sistemin işleyişi hakkında bir fikri yok ama bilmese de bir kadının onun için çalışması zor, canını yakıyor. onun vicdanı. Eşcinselliğini bastıran ve tüm bu zenginlere kızan bir karakter olan Armond, emeğini pahasına satanlar ile alanlara olan mesafesini temsil ediyor. Kimliğini ve vicdanını bile sürekli ertelemek zorunda kalır. Kırık yaşamadan, ilaç kullanmadan direksiyonu bırakmayacak ve yaşadığını hissedemeyecektir. Zincirleri kırılmadıkça esaretinizi duymayacak.
Armond, esaretini duyunca, yılların biriktirdiği öfkeden kurtulmak ister. Bu öfke patlamasıyla ifade edilir. Parti yapmak, ileriye gitmek; Armond tıbbi bir çılgınlık yaşıyor ve gemileri yakıyor. Bu reddi sembolik bir jestle taçlandırır.
Armond’un dizideki tavrı da tüm yükü üzerine alması için bir risk oluşturuyor. Otelin müdürü gülünç bir duruma kolayca geri dönebilir. Beyaz, anlatımda iyi bir denge kurmuş ve bu tehlikeyi ortadan kaldırmış. Böylece ilk sezon, oyunun sınırlarının ve kurallarının sürekli hatırlatıldığı bir diziye dönüştü.
İKİNCİ SEZON VEYA SİCİLYA RÜYASI
Dizinin ikinci sezonu da tıpkı ilk sezon gibi egzotik bir ortamda Sicilya’da çekildi. Mike White, mafyanın anavatanı olarak bilinen ve genellikle Avrupa’nın eyaleti olarak görülen Sicilya’ya başka bir pencereden baktı. Bölgeyi turizm açısından ön plana çıkaran ve ‘Sicilya rüyası’ sunan ikinci dönem, aynı zamanda toplumsal çürümenin kesitlerini de aktarıyor. İlk döneme göre siyasi eleştirileri azaltılan dizi bölümler ilerledikçe koyu bir tonla devam ediyor. Bir bakıma daha tanıdık bir çerçeveden ilerleyen, sisteme yönelik çarpıcı verilerin azaldığı dizi, olayların seyri ile seyirciyi esnetmeyi başarıyor.
Tanya, diziyi birbirine bağlayan karakter… Tanya ilk dönem çıktığı Greg (Jon Gries) ile evlendi ve mutluluk elde edilince muhtemelen düzeldi diye düşünüyoruz ama ne ihtimal! Kaldığı yerden kapris fırtınasını estirmeye devam ediyor. Bu sefer Portia adında bir asistandan muzdariptir. Üstelik gerçeklikten her zaman kopmaya hazır olan Tanya, Antonioni’nin 1960 yapımı L’Avventura filminin çekimlerinde kullanılan otelde kalarak filmin başrol oyuncusu Claudia’yı (Monica Vitti) taklit eder. Tanya’nın bu kompozisyonunun bir kez daha dramatik bir tabloya zemin hazırlayacağını tahmin ediyoruz.
Amerikalı Dominic Di Grasso (Michael Imperioli), oğlu Albie (Adam DiMarco) ve babası Bert (F. Murray Abraham) ile köklerinin yattığı Sicilya’ya gelmiştir. Karısını aldattığına pişman olan ancak ilk geldiğinde eskort bayanlarla iletişime geçmekten çekinmeyen Dominic, üç kuşak İtalyan-Amerikalı erkeğin serencam’ı olarak tutku-karmaşıklık-sadakat döngüsüne kapılırken, iki kişi daha. çiftler, içten bağlarının damgasını vurduğu ikinci döneme katılırlar. Her iki çift de zengindir, ancak bazı noktalarda farklılık gösterirler. Kolay zevkleri olan, tüketim kültürüne uyum sağlamış sonradan görme diyebileceğimiz entelektüel çift Ethan ve Harper, Cameron (Theo James) ve Daphne (Meghann Fahy) birlikte tatile çıkarlar. Ethan (Will Sharpe) ve Harper’ın (Aubrey Plaza) olumlu yönde kullanamadıkları güçleri, zaman zaman kıskançlığa neden olur ve birçok kez çatışmaya dönüşür. Bu çatışmanın sinyalleri şimdi ilk bölümden itibaren veriliyor. Odaların ortasında bir kapının bulunması ve otel görevlisinin ‘Mağribi kafası’ (Testa di Moro) adı verilen ve bir Arap başından oluşan dekoratif objeyi işaret ederek aldatma-cezaya dayalı yerel bir hikâye anlatması, kıyametin habercisidir. ne olacak.
White, saplantılı ilgi alanlarını ortaya koyduktan sonra, birbirlerine ulaşmaktan çekinmez. Harper ve Cameron arasındaki orta nokta vuruşunu açıkça yansıtıyor. Tanya’nın modern kölesi(!), Portia ve Albie’yi birbirine yaklaştırır. Ancak bir süre sonra ikisini de adanın yerel dertleriyle buluşturarak kurtların sofrasına fırlatır. Portia (Haley Lu Richardson), Tanya’nın grubundan Jack (Leo Woodall) ile flört ederken, Albie önce babasının eskortu Mia (Beatrice Grannò) ile arkadaş olur. İkisi de çok saf oldukları için aldatıldıklarını anlamazlar. Ayrıca dizide otel müdürü Valentina (Sabrina Impacciatore) resepsiyonist Isabella’ya (Eleonora Romandini) aşıktır. Böylece her iki dönemde de White otel yöneticilerini eşcinsel bir karakter olarak çizmektedir.
ANA KARADAN UZAKTA ZAYIFLARLA DENEME
İkinci döneme özetleyici bir gözle bakarsak, yönetmenin tatile ve egzotik diyarlara bir kez daha hareketli bir rol verdiğini görüyoruz. Hawaii ve Sicilya, bir anlamda (kapitalist) anakaraya olan mesafeye tekabül etmekte ve misafirlerini bir sınıf umutsuzluğuna sürüklemektedir. Etnik ve bölgesel zenginliklerinden ‘arınmadığı’, yani anakaranın sömürüldüğü ancak demografisine yıkıcı bir şekilde karıştırılmadığı için cazibe kazanan her iki bölge de zengin kesime hitap etse de bir güvensizlik duygusu yaratıyor. ve hizmet için can atanlar. Her iki dönemin kahramanları da bu güvensizliğin kürsüsünde yürüyor gibi görünüyor. Hawaii’de olduğu gibi Sicilya’nın konukları da zaaflarıyla öne çıkıyor.
Di Grasso ailesinin üyeleri erkeklikten muzdarip! Dede şehvet düşkünü, baba şehvet düşkünü, torun ise ortada kalmış. Genlerinde taşıdığı Akdeniz maçoluğu ile içinde doğup büyüdüğü Amerikan cehaletinin birleşimi olması beklenirken, tam tersine hassas, hümanist ve kırılgan… Birlikte tatile giden çiftlerimiz oyun oynuyor. bir rol. Ethan ve Harper çok rahat (aslında rahatsız) görünürken, Cameron ve Daphne çok kısır görünüyor (özünde hataları affetmek ve sorunları erteliyor). Tanya’yı tarif etmeye gerek yok! Sevimli bir kaçık, ilgisiz, doyumsuz, manipülatif ama aynı zamanda suistimale eğilimli. Asistan Portia, ikinci sezonun en acıklı karakterlerinden biridir. Herkes az çok başına gelecekleri seçerken, Portia aşk açlığına yenik düşer ve karşısına çıkan ilk yakışıklı adama kapılır. Sicilya’da olduğunuzu unutun…
Dizide anakaraya olan uzaklığın ve güvensizliğin bir kez daha sınandığına tanık oluyoruz. Karakterler ilgi alanları açısından sınanır, üstelik baştan çıkarıcı unsur karşı tarafın cazibesinden çok kendi eksikliklerini tamamlama çabasıdır. Körü körüne tatminin tutsağı, metalaştırmanın kural haline geldiği bir dünya tarafından ayaklar altına alınan bu karakterler, insan kalmaya çalışır. Bertie, Mia, Portia, Tanya… Bir yandan insan kalma ve onurlarını koruma mücadelesinde tanık olduğumuz kahramanları izliyor, altından işleyen dedektiflik oyunu sayesinde hayatta kalıp kalmadıklarını merak ediyoruz… Beyaz Nilüfer ölümü gösteriyor /dead ve ikinci döneminde sıtmaya ikna eder.
**
Bir su bitkisi olan nilüfer çiçeğine ‘saflığın simgesi’ denir. Özellikle beyaz olanı. Geceleri kapanan çiçek, yeni günü yapraklarını açarak karşılar. Bu yönü çeşitli çağrışımlara elverişli… Yönetmen ise nilüferin anlamını çarpıtarak şehrin karmaşası içinde gökdelenlerin kuytularında uydurma bir cennette çiçekler açtırmış. Öyle ki göz kamaştırıcı bir doğallık, sıcak renklerle bezenmiş, tatlı melodilerle beslenmiş, hoşluk ve yerellikle harmanlanmış bir cennet.
Kargaşadan uzaklaşan misafirler, kafalarını dinlemek, köklerini aramak ve güç çatışmasından bu yana kaynaşmak için gelirler. Eski bir sinemayı canlandırmak için balayına gelenler de var… Dinlenmenin, yenilenmenin ve doyumun peşindeler. Bir de mesken sahipleri/sahipleri var… Kiminin midesi bulanmış, kiminin burnunda uyuşturucu kalıntısı… Kimi sevdiği kadına açılamayacak kadar saf, kimisi de sevgilisiyle oynayamayacak kadar pervasız. duygular… Bu tatil sahiplerine huzur, misafirlerine cennet vaat etmiyor. Kahramanlarımız tatile gelseler de kendi ayakları üzerinde gelirler. Bataklıktan kurtaramadıkları ayakları ile… Sahte cennette beyaz bir nilüfer açmaktadır!